Son birkaç yıldır çeşitli vesilelerle gündeme gelen idam meselesi öncelikle hukukun bir konusu olmakla beraber Türkçe hukuki literatürde karşımıza ölüm cezası şeklinde çıkmaktadır. Şüphesiz başlıkta da bu şekilde yer almasının sebebi konuya toplumsal bir gözlükle değil de hukuki bir gözlükle yaklaşma gerekliliğinin farkında olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu yazıda, ölüm cezası hakkındaki fikirlerimi bir hukuk fakültesi öğrencisi sıfatıyla aktaracağım. Zira hukuki bakış açısına sahip olmayan kimselerin hukuk üzerine bahisleri, doğal olarak eksik ve yarım başlamak durumundadır. (bkz: meydanlarda yükselen idam haykırışları)
Arapça kökten gelen idam kelimesi “yok etme, yokluk, yoksulluk” anlamı taşır. Adem kelimesi ile aynı köktendir. Günümüzde de, kişisel bir tanımlama ile, hayatını idame ettiren ademin yaşam fonksiyonlarının durdurulması anlamında kullanılmaktadır. Bir ölüm cezası yöntemidir. (Türk Dil Kurumu adem kelimesini “insan” olarak tanımlamaktadır.)
Devlet kavramının 3 unsuru bulunmaktadır. Bunlar halk(insan), ülke(toprak) ve egemenliktir. Günümüz devlet anlayışında bir toprak parçası üzerinde ortak yaşam sürme bilinciyle yaşayan insanlar üzerindeki egemen güç, yetkili organlarıyla gerek ulusal gerek uluslararası alanda hukuk adına çalışmalar yapar. Zira halk, kendi eliyle hukuk yapma nosyonunu devlete tanımıştır. Dolayısıyla halkın tamamının hukuki bir bakış açısına sahip olmasını beklemek doğru değildir.
Bizatihi devletin ve hukukun var olma amacı, toplumsal düzeni sağlamaktır. Zira toplumsal yaşam, sosyal bir varlık olarak dünyada bulunan insanın mütemmim cüzüdür. Ayriyeten hukukun insanı toplumsal açıdan ele almasının yanında şahsiyetine de değer verdiğini de şüphesiz söyleyebiliriz.
Getirdiği emir ve yasaklarla toplumsal düzenin sağlanmasındaki önemli araçlardan bir tanesi Ceza Hukukudur.
Ceza Hukuku uzaktan bakıldığında belli hareketlere yaptırım normları öngörmesi sebebiyle bireyi sınırlandıran bir yapıyı haiz gibi görünse de aslen devleti sınırlandıran bir kamu hukuku alanıdır. Zira Ceza Hukuku “hukuksal değerlerin korunması” ilkesini temel almaktadır. Hukuksal değerler, insan haklarına dayanan bir devlet anlayışında, bireyin özgür gelişimi açısından korunması zaruri bulunan olgulardır. (İnsan yaşamı, vücut bütünlüğü, insan şerefi, zilyetlik gibi…)
Ve yine Ceza Kanununun amacını, yürürlükte bulunan 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun ilk maddesine bakarak öğrenebilmekteyiz.
Ceza Kanununun amacı
Madde 1- (1) Ceza Kanununun amacı; kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemektir. Kanunda, bu amacın gerçekleştirilmesi için ceza sorumluluğunun temel esasları ile suçlar, ceza ve güvenlik tedbirlerinin türleri düzenlenmiştir.
Yazdıklarım haricinde TCK Madde 1e dair altını çizmek gereken bir nokta da “suçun işlenmesinin önlenmesi” amacıdır. Türk Ceza Kanununda öngörülen gerek cezalar gerekse güvenlik tedbirleri aslen bahsi geçen suçun işlenmesini önlemek amacıyla kanunda bulunmaktadır.
Kitabın ortasından başlamak gibi olacak fakat herhangi bir suça kanun koyucu tarafından uygun görülen yaptırımın ölüm cezası olması, cezası infaz edilen kişinin bir daha, tam da bireyin özgür gelişimini korumaya çalışan kanunun öngördüğü şekilde(!), o suçu işlemesini yaşamına son vermek suretiyle önlemek anlamına gelecektir(!).
Kısaca belirtmek gerekir ki, Ceza Hukuku kaynakları arasında yer alan Uluslararası Sözleşmeler, normlar hiyerarşisinde kanun hükmünde; Temel Hak ve Özgürlükleri konu alan Uluslararası Sözleşmeler kanun üzerindedir.
Dolayısıyla ölüm cezası ile ilgili referans alınacak kaynaklar arasında uluslararası sözleşmeler bulunmaktadır. Bu noktada Yaşam Hakkını öncelikle tanıyan Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ve ardından düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden söz etmekte fayda vardır.
Tarihi Antik Yunan’a uzanan ve siyasal iktidarın yetkilerinin sınırlanma mücadelesiyle sonuç alınmış olan İnsan Hakları Hukuku, insanın sırf insan olmasından kaynaklanan hak ve özgürlüklerini haiz bir varlık olduğunu söyler.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi
Madde 3: Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır.
Avrupa Konseyi üyeleri tarafından korunması konusunda mutabık olunan asgari hak ve özgürlükleri güvence altına almak adına oluşturulan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 1950 yılında imzalanmıştır. AİHS, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme ve farklı zamanlarda yürürlüğe giren Protokollerden oluşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ise sözleşmeyi 1954 yılında imzalamıştır.
İnsan olmamız hasebiyle sahip olduğumuz ve imzacısı olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiyle garanti altına alınmış haklarımızdan biri, sahip olacağımız diğer tüm hakların ön koşulu olan Yaşam Hakkı’dır.
Yaşam hakkı, insanın nefes alıp vermesi hakkındadır. İnsanın, belli bir yaşam standardı aranmaksızın yalnızca hayatta kalmasıyla ilgilenir. Bir başka ifadeyle, AİHS ile insanın nefes alıp veriyor olması güvence altına alınmıştır.
AİHS Madde 2: Yaşam hakkı
1. Herkesin yaşam hakkı yasayla korunur. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın infaz edilmesi dışında, hiç kimsenin yaşamına kasten son verilemez.
2. Ölüm, aşağıdaki durumlardan birinde mutlak zorunlu olanı aşmayacak bir güç kullanımı sonucunda meydana gelmişse, bu maddenin ihlaline neden olmuş sayılmaz:
a) Bir kimsenin yasa dışı şiddete karşı korunmasının sağlanması;
b) Bir kimsenin usulüne uygun olarak yakalanmasını gerçekleştirme veya usulüne uygun olarak tutulu bulunan bir kişinin kaçmasını önleme;
c) Bir ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması
Bu maddeyi ilk kez okuduğumda fazlasıyla şaşırmıştım. İnsanın nefes alıp verişini güvence altına almasını beklediğim madde metni, ilk fıkrası ile ölüm cezasına açıkça kapı aralamaktaydı. Nitekim bu madde sözleşmenin ilk halinde bulunmaktaydı ve sözleşmeyi hazırlayanlar, 1950'li yılların Avrupa’sını göz önünde bulundurmuşlardı.
İlerleyen dönemlerde, 1983 yılında Sözleşmeye Ek 6. Protokolün 2. Maddesine göre ölüm cezasına, savaş veya yakın savaş tehlikesi zamanında işlenen fiiller ile sınırlamıştır. Ayriyeten Madde 3 ile Askıya Alma Yasağı düzenlenmiştir. Yani sözleşmenin 15. Maddesi çerçevesinde olağanüstü hallerde dahi yaşam hakkı hükümleri askıya alınamayacaktır.
6 Numaralı Protokol
Madde 2: Savaş zamanında ölüm cezası
Bir devlet, yasalarında savaş veya yakın savaş tehlikesi zamanında işlenmiş olan fiiller için ölüm cezasını öngörebilir;
Madde 3: Askıya alma yasağı
Sözleşme’nin 15. maddesine dayanılarak bu Protokol’ün hükümleri ihlal edilemez.
Türkiye 6. Protokolü 2003 yılında imzalamış ve onaylamıştır.
Zamanı biraz daha ileriye sardığımızda, 2002 yılında karşımıza Sözleşmeye Ek 13. Protokol çıkmaktadır. Türkiye’nin 2004 yılında imzalayıp 2006 yılında onayladığı ve 2006 yılında yürürlüğe giren protokol, ölüm cezasını istisnasız biçimde yasaklamıştır.
13 Numaralı Protokol
Madde 1: Ölüm cezasının kaldırılması
Ölüm cezasının kaldırılması Ölüm cezası kaldırılmıştır. Hiç kimse bu cezaya çarptırılamaz ve idam edilemez.
Madde 2: Askıya alma yasağı
Askıya alma yasağı Sözleşme’nin 15. maddesine dayanılarak bu Protokol’ün hükümleri askıya alınamaz.
Madde 3: Çekince koyma yasağı
Sözleşme’nin 57. maddesine dayanılarak bu Protokol’ün hükümleriyle ilgili hiçbir çekince konulamaz.
Ölüm cezasının hem Ceza Hukuku disiplini hem de İnsan Hakları Hukuku disiplini açısından dosdoğru bir ceza olmadığını fark ettikten sonra; devlet, “halk tarafından ölüm cezası istenen suçlar” için neler yapmalı bunu açıklayabiliriz.
Elbette ki “halk tarafından idam istenen” suçların işlenmesi taraftarı değilim. Aksine bu suçlara karşı hukuk nosyonu çerçevesinde mücadelenin sürdürülmesi gerektiğini ve hatta hukukun çerçevesinin daha kapsayıcı ve kollayıcı olması gerektiğini düşünüyorum.
Devlet tarafından oluşturulması gereken etkin yasal rejimler, koruyucu tedbirler, etkin soruşturma, tutarlı ve güven duyulan yargılama süreci ve en önemlisi de hukukun üstünlüğü ilkesi, yargı bağımsızlığı, yargı tarafsızlığı, hukuk güvenliği hakkı… Bütün bunlar göz önüne alındığında sorunun suça karşılık gelen cezanın yetersizliğinden kaynaklanmadığını da mutlaka fark edeceğiz. Zira suçun önlenmesi amaçlansa da suçu yok etmek imkansızdır. Ki bu konuda uygulanan cezanın ters orantılı etki edeceğini söylemek de yüzeysel bir yorum olacaktır. Zira hiçbir ceza bir suç için mutlak önleyici değildir, olamaz. Hatta ve hatta kanunda sayılan suç ve cezaların önleyiciliği yüksek oranda toplum kurallarına riayet etmeye hazır kişiler açısından verimlidir.
Neden ölüm cezasına karşı olduğumu şöyle bir toparlamak gerekirse:
1. Hukuku evrensel ilke ve esaslarından geri duramayız. Ölüm cezasının iç hukuka tekrar konu edilmesi için işletilmesi gereken süreç basit ve mantıklı bir süreç değildir. Bu yazıda saydığım (AİHS gibi) ve saymadığım (suçluların iadesi sözleşmeleri gibi) ülkemizce imzalanmış uluslararası sözleşmeler bakımından ölüm cezasının geri getirilmesi teknik olarak imkansız olmasa da uluslararası hukuktan kaynaklanan sorumluluklarımız/yükümlülüklerimiz bakımından doğru olmayacaktır.
2. Bugün itibariyle ölüm cezası iç hukukumuzda işler hale gelmiş olsa bile bugünün tarihinden geçmişte işlenmiş hiçbir suç bakımından ölüm cezası infaz edilemeyecektir. Dolayısıyla bugün “idam cezasının gelmesini isteyen yüreği acılı insanlar”ın yüreği, ölüm cezası gelse dahi bu yolla soğutulamayacaktır.
3. Ölüm cezasının telafisi yoktur. Herhangi bir adlı hata yapılması durumunda yahut teknolojinin/delil elde etme yöntemlerinin her geçen gün geliştiği göz önünde bulundurulduğunda bu suçun geri dönüşü bulunmamaktadır. İnfaz edildikten sonra yargılamanın yenilenmesi bir yol olmaktan çıkacaktır.
4. Bedensel suç-bedensel ceza yaklaşımı, çağdaş ceza hukuku sistematiği bakımından işler durumda olmayan bir yaklaşımdır.
5. Cezanın fonksiyonları caydırıcılık, ödeticilik ve uslandırıcılıktır. Ölüm cezası ıslah, rehabilitasyon noktasında cevapsız bir yoldur ve bugün istatistikler gösteriyor ki caydırıcılık konusunda da verimsiz bir yoldur.
6. Ölüm cezasına çarptırılan kişinin suçu kesinleştikten sonra infaz hemen gerçekleşmez. Suçluların ölüm cezasını beklediği bir süre verilmektedir ve bu süreler kısa süreler değildir. Dolayısıyla “cinayet işleyen adamın devlet eliyle hapishanede yaşatılması/beslenmesi” şeklindeki ölüm cezası yanlısı bir bakış açısı da anlamını yitirmiş olacaktır. Ayriyeten bir suçlunun 20 yıl boyunca öleceği bilinciyle bekletilmesi hem onu farklı suçlar işlemek konusunda cesaretlendirebilecektir hem de işkence ve kötü muamele yasağı noktasında problemlere sebep olabilecektir.
7. Etraflıca düşünüldüğünde fark edilecektir ki kalem kırmak basit bir iş değildir. Hem hukuki hem vicdani ağırlığı göz önünde bulundurulduğunda adaletin tahsis edilmesi daha da zorlaşacak ve kişinin suçu kesinleşse dahi infazın beklendiği süreçte mutlaka çeşitli aflar/infaz düzenlemeleri söz konusu olacaktır. Bu da hukuka güveni zedeleyecektir.
8. Ölüm cezasına çarptırılan kişi bakımından ölmek; işlediği suçun cezasını çekmek yahut o suçla yüzleşmek durumunda kalmamak anlamına gelecektir. Dolayısıyla hem ceza hukuku prensipleriyle yine örtüşmeyecek bir ceza mantığı söz konusu olacaktır hem de mağdurun yakınları ve toplum vicdanı bakımından da arzulanan sonuç elde edilemeyecektir.
Av. Ercüment YÖNDEM
20.10.2020